İnsan nasıl bencil oldu? Ya da niye bu
kadar bencil oldu acaba? Bu kadar çok mu çekti ya da bu kadar çok mu
çektirildi insana ki her şeyin merkezine kendisini koydu? Haklı
olunca bir başkası nasıl oldu da haksız olarak anılıp tepelenip işi
bitirilmesi gerekir diye düşünüldü?
İnsan için ateş neydi? Kim kimden çaldı ateşi? Çaldığı için kayalara
ellerinden ve kollarından bağlanıp güneşin altında bekletilerek
yüreği kartallara nasıl ve niye yedirildi? En ilkel silah insanın
eline niye tutuşturuldu, onunla yetinilmeyip de bugüne nasıl
gelindi? Bugün bir düğmeye dokunduğunda koskoca coğrafyada yaşamı
bitirecek silahları yapanların aklında ne vardı da insan soyunun
sonunu getirecek icat ve icatlara imza attılar? Matematikçiler,
fizikçiler, kimyacılar özetle tüm bilim insanları bulup bulup niye
nam ve şan verilenlerin birilerinin eline tutuşturdular insan
soyunun sonunu getirecek silahları?
Sonra bizler nedenini ve niçin ini çok da iyi bilemediğimiz
virüslerle niye tanıştırıldık? Tanıştığımızda da neden bu denli
korkuya kapılarak karışık kuruşuk kuramlar ortaya atarak toplumun
her kesimiyle aynı konumda olduğumuz varsayımına kendimizi
inandırdık? İnandırıldık da ne oldu? Soframızda yiyeceklerimiz mi
arttı, soframız mı şenlendi? İş güç sahibi olup yarınımızı güvence
altına mı aldık? Ölüm hepimiz için adil hale mi geldi? Virüs çok mu
adil davranarak onun bunun canını alırken farklılık gözetmeden mi
yaptı işini? Hani hak ve özgürlüklerimiz daha çok artacaktı, hani
eşit bir dünyada yaşamanın güzelliğini yaşayacaktık hep birlikte ne
oldu?
Niye yönetimler daha da sertleşti? Neden diktatörler daha diktatör
oldular? Niye faşizm belası ile kahrolup duruyoruz?
Bugün duyduklarımız, gördüklerimiz, yaşadıklarımız gün gün daha
kötüye niye gidiyor? Kimdir ortalıkta egosu arşı alaya çıkmış ben
ben deyip duran? Hiç kimse hiç kimsenin niye öneminin farkında
değil? Neden irili ufaklı herkes bir diğerine göre daha üstün olduğu
havası içinde caka satıp duruyor? Konuşurken mangalda kül
bırakmayanların yüreği niçin küçüldükçe küçülüyor da yine de öyle
değilmiş havası içinde kendisini satmaya çalışıyor?
Şimdi bizim içimize bu kendini beğenmişliği kim üfledi diye sorsam
biliyorum çoğunuz ya beni yanlış anlayacak ya da götürüp bu işi
olağanüstü güçlere dayandırarak işin içinden çıkmaya çalışacaksınız
da benim anlatmak istediklerim bunların hiçbirisi değil ki?
Tapınağın kapısında yazılı bir söz var. ‘Karşındaki kişi ahmaksa
bile dinle onun da bir hikayesi var’ diyen ama birilerinin hikayesi
hep üstündür yine de niyeyse. Bazılarının yaptığı şey, ettiği laf ve
hatta yolda yürümesi bile akıllara durgunluk verecek denli
önemliyken ne çok yaşamlar var ki kaybolup gitmiştir toz
zerreciklerinin arasında. Kimse onların peşinde değildir, kimse
onları bulup gün yüzüne çıkarmak istemez.
Ama felsefe yapmaya gelince denir ki güneşin altında el atılmadık
şey kalmamıştır. Oysa baksanız ya daha güneşin altında el atılmadık
ne çok şey varmış meğer.
İnsanda baskılama yöntemi diye bir şey var. Yaşadığı onca travma
vardır ama onların hiçbirisini anımsamak bile istemez. Anımsarsa
rahatsız olur. Bu yüzden insan bu tür travmalarını en karanlık
yerlerinde saklar. Hani denir ya Çingene’yi padişah yapmışlar gitmiş
babasını asmış diye. Bunu şöyle değiştirip söyleyelim isterseniz de
Çingene kardeşlerimiz incinmesin. İnsan olmayanı padişah yapmışlar
gitmiş babasını asmış. Bir de tok açın halinden anlamaz diye bir şey
var. Geçmişte nice zorluk yaşamış ve açlık çekmiş kimseler
bilirsiniz bunların hiçbiri ne acı çekenin ne de aç olanın halinden
zerrece anlamaz.
Anlamaz çünkü yaşadığı en kötü şeyleri öyle bir baskılamıştır ki o
yaşadıkları artık o kişinin en karanlığında olduğu için seçilemezler
bile. Bu yüzden dünyanın bütün saraylarında yaşayanların halleri de
böyledir de işi asıl özü şudur?
İnsanlık sınıflı topluma geçtiği dönemden bu yana sınıflı toplum
olmanın gerçeği ile öyle bir yoğrulmuştur ki yukarıda
söylediklerimizin hepsi ama hepsi bu yüzden insanlığın başına
beladır. İşte bu yüzden biz sosyalistler sınıflı toplumu kaldırıp
komünizme ulaşmak istiyoruz ki bugüne kadar biriken ve bizde
çöküntülere neden olan tüm hallerimizden kurtulalım ve insan olalım.
Onca sapıtmalarla insanlığın şu ölçüsü yer değiştirebilsin.
O da komünizmdir.
Bu nedenledir ki sınıfsız, sömürüsüz, baskısız, zulümsüz, sınırsız
bir toplum biçimi olan komünizm bizlerin ereğidir.
Salgın daha Türkiye’de
yoktu. Oysa salgının nasıl yayıldığı ve nelere sebep olduğu ise
ülkemizde aşağı yukarı her yönüyle biliniyordu. Bilindiği halde
gereken hiçbir tedbir alınmadı ve nihayet anlaşıldı ki iş ciddidir
Mart 2020’nin sonlarına doğru da kimi tedbirler açıklanıverdi.
Alınan tedbirlere baktığımız zaman öyle ciddi tedbirler değildi
fakat yine de ülkemizdeki yaşamı altüst edecek cinstendi. Öyle
diyoruz çünkü iktidarın ilk yaptırımı 65 yaş üstü kimselere yönelik
oldu. Bu yurttaşlarımız nasıl olsa üretimin içinde değillerdi bu
yüzden de ayaklarını kırıp evlerinde oturmaları eni iyi yöntemdi.
Üretimin içinde olanlar içinse uygulama değişmedi. Herkes işine
gücüne gidip gelmeye devam ettiler. Toplu taşım araçları yine tıklım
tıklımdı. İşinden evine dönenler ise evdekilere bulaştırsa da gam
değildi. 65 yaş üstü yurttaşlar evlere hapsedilmişlerdi ama dışardan
evin içine gelecek tehlike için hiçbir önlem söz konusu bile
değildi.
Dini bağlamda yerine getirilmesi gereken her şeye izin vardı. Bir
süre sonra Cuma namazları da toplu kılınmaya başlandı. Ayasofya’nın
cami yapılması törenine ise 350 bin yakın insan katılarak adına
namaz dendi ama öz itibariyle bir gövde gösterisi yapıldı. Sonra bu
kişiler Türkiye’nin her yerine dağılarak bulaşı yaygınlaştırdılar.
Arkasından da AKP ve Recep Tayyip Erdoğan’ın mitingleri geldi.
Hiçbir tedbire uyulmadığı için yayılma tavan yaptı ve sonbahara
doğru pat diye yine gevşetilen tedbirler sıkılaştırıldı.
Sıkılaştırıldı da her defasında akla 65 yaş üstü yurttaşlar geldi.
Üretim sürdü. İşten atmalar ayyuka çıktı. Ekonomik yardımların
yerini sadaka anlayışı aldığı için devlet işlevini yerine getiremedi
aksine yurttaşlar borç batağına sokularak canlarından bezer hale
getirildiler.
AKP’nin kongreleri gündeme geldi ve kapalı salonlarda tıklım tıklım
kongreler yapıldı. Lebaleb kongreler ve nihayet AKP’nin Ankara’da
yapılan merkez kongresi ile birlikte iş iyice çığırından çıktı.
Hastaneler dolmaya virüsün önü alınamamaya başladı. Eleştiriler,
uyarılar hiç mi hiç kar etmedi. Bakıldı görüldü ki işler kötüye
gidiyor al sana ikinci kapanma.
65 yaş üstü yurttaşların büyük bir bölüm aşılarını yaptırmıştı fakat
yasaklar yine de onlara geldi. Tam kapatma ile çözülmesi olası
salgın yayılmasının durdurulması olasıyken Erdoğan nasıl biliyorsa
öyle kararlar aldı ve şimdi kısmi kapanma ile işler götürülmeye
çalışılıyor. Bu da tutmazsa imiş üretim hariç tam kapanma yapılması
düşünülüyormuş.
Her konuyu eline yüzüne bulaştıran bu iktidar görülüyor ki aşı
olayını da tam olarak başaramadı. Üstelik de durum bu iken 150 bin
aşı Libya’ya verildi. Bizler yani sosyalistler olarak aşı olayına
erişime bir kısıtlama olsun istemiyoruz. Nasıl ileri kapitalist
ülkeler aşıya ulaşabiliyorlarsa hiç olanakları olmayan toplumlarda
aşıya ulaşmalı, bunun önünde de hiçbir engel bulunmamalıdır. Oysa
Libya’ya verilen aşının bizim ileri sürdüğümüz görüşlerle yakından
uzaktan bir ilintisi olmadığı gibi dahası ülkesinin başına bela
olmuş emperyalizmin satılık oyuncakları konumundaki kişilere yarar
sağlasın diye düşünülüp verildiği için bu anlayışı da kabul
edemiyoruz.
Hani boğulmak üzere olanlar kendisini kurtarmaya gelenleri de suyun
altına çekermiş ya tıpkı bu psikolojide olduğu gibi AKP ve saray
iktidarı iyi yönetemediği salgın olayını bizzat Sağlık Bakanı
Fahrettin Koca gibi 84 milyonu da suça ortak etmek istedi. Bir gün
sonra da bu sözlerinden çark etmek zorunda kaldı ya iktidar da
kendisine başarısız olduğu için ortak arıyor.
Ne güzel bu ülkenin yurttaşları alınan tedbirlere uysun, iktidar ise
bu tedbirleri hiçe saysın sonra da herkes bu başarısızlığa ve artık
suça dönüşen bu hale ortak olsun. Bu anlaşılacak gibi değildir. 65
yaş üstü yurttaşlar ikinci aşılarını da oldukları halde ne adına ve
niçin bir kez daha evde kalmaya mahkum edilmiştir bilmek istiyoruz.
Kimsenin tedbir diye 65 yaş üstü yurttaşlara eza cefa çektirmeye
hakkı da yoktur yetkisi de…
10 - 17 NİSAN 2021
1- Türkiye’de son artan işsizlik, son dönemde daha fazla yaygınlaştı.
Kötüye giden ekonomik veriler nedeniyle sürekli olarak artan işsizlik, son bir yılda pandemi krizi nedeniyle daha yüksek rakamlara erişti.
Çünkü pandemi döneminde sermaye sınıfı, patronlar, ekonomik krizin faturasını işçi sınıfının, emekçilerin üzerine daha çok yıkarak daha fazla işçiyi işten çıkarmaktan kaçınmadılar.
Pek çok işçi de ücretsiz izne çıkarıldı, birçok işçi de daha düşük ücretle çalışmaya mecbur bırakıldı.
Direnip hakkını arayan ve sendikal mücadeleye giren işçiler de Kod-29 gerekçe gösterilerek ya işten çıkarılmaya çalışıldı; ya da daha ağır koşullarda çalışmak zorunda bırakıldı.
İşsizlikten en çok etkilenenlerde gençler oldular.
Elde edilen en son verilere göre Türkiye’de 15-24 yaş arasındaki genç nüfus içinde işsizlik oranı % 26,4 düzeyine çıkmış durumda.
Bu işsiz genç nüfusun önemli bir bölümünü de üniversite mezunu gençler oluşturuyor.
Son yıllarda üniversite mezunu gençlerde hızla artan işsizlik, pek çok genci yurtdışında yaşamaya ve çalışmaya zorluyor.
Bugün lise mezunu gençler bile üniversite eğitimlerini yurtdışında, Avrupa Ülkeleri ve ABD’de yapmaya çalışıyorlar ve eğitimleri bittikten sonra gittikleri ülkelerde iş bulup çalışıp yaşamaya başlıyorlar.
2019 yılında 300 binden fazla genç, yurtdışında çalışıp yaşamaya başlayarak Türkiye’yi terk etti.
2020 de başlayan ve 2021 yılında da devam eden covid-19 pandemisi bile bu süreci durduramadı.
Gençler, Türkiye’de işsiz kalmak veya çok daha düşük ücretle çalışmaktansa yurtdışında yaşayıp çalışmayı tercih ediyorlar.
Bu durum aynı zamanda beyin göçüne de neden oluyor.
Ülkenin en yetenekli ve eğitimli gençleri çalışmak ve yaşamak için yurtdışına, yabancı ülkelere gidiyorlar.
En çok tercih edilen ülkelerse Federal Almanya, İsviçre, ABD, Britanya, Fransa, Hollanda gibi ülkeler.
Kısacası AKP ve saray iktidarının yönettiği ve fazla umursamadığı Türkiye’de gençlerin parlak bir geleceğinin olmaması, hukuksuzluk, siyasi baskılar ve eğitimdeki olumsuz gelişmeler, gençleri yurtdışına yöneltmektedir.
*********
2- Montrö ve sarıklı amiral bildirisini yayınlayan amiral ve generallerden ifadeye çağrılan ve gözaltına alınanlar adli kontrol şartıyla serbest kaldılar.
Amirallere elektronik kelepçe takılarak bulundukları yeri terk etmeleri engellendi.
AKP İktidarı ve sarayın hem gündemi değiştirmek; hem de toplumsal muhalefeti ve tüm muhalefeti yıldırmak amacıyla gerçekleştirdiği bu operasyon, gerçekte tüm muhalif unsurlara yönelik bir tehdittir.
Demokrasilerde düşünce ve açıklama özgürlüğü kapsamında ele alınması gereken bir açıklamadan emekli amirallerin darbeye hazırlandıkları görüşü muhalif unsurlara yönelik baskıyı arttırmaya yönelik bir kılıftır.
Ancak bu olay bir yandan da devletin içindeki egemen sınıfın temsilcisi olan güçler arasındaki çatışma ve güvensizliği de arttırmıştır.
Bu durum AKP İktidarı ve sarayın işlerini ve ülkeyi yönetmesini daha çok zorlaştırırken; diğer yandan da iktidar bu gelişmeleri kendisi için bir fırsata çevirmek istemektedir.
*********
3- Boğaziçi Üniversitesi’nde eylemler ve mücadeleler devam ediyor.
İktidarın tüm baskılarına rağmen öğrenciler ve öğretim görevlileri, üniversitedeki demokratik ortam ve demokratik seçimler için mücadele etmeyi sürdürüyorlar.
Geçen hafta üniversitedeki öğretim görevlileri, seçimle belirlenen yönetimlerin rektörlük tarafından da tanınması için eylem yapıp, eylemlerini hafta içinde sürdürmeye devam ettiler.
Ancak üniversite öğrencilerinin ve öğretim görevlilerinin bu eylemleri, çoğu susturulmuş ve yandaş hale getirilmiş medya ve basın organlarında yeterince yer almamaktadır.
*********
4- AKP İktidarı ve sarayın Montrö Antlaşması’ndan sonra İstanbul’a bir kanal açarak Montrö Antlaşmasını delme çabaları Rusya’nın tepkisiyle zora düştü.
Rusya, İstanbul’un batısında açılacak olan bir kanalın uluslararası bir suyolu olarak uluslararası hukuk kurallarına tabii olacağını ve Montrö Antlaşması için geçerli olan koşulların bu kanal içinde geçerli olacağını belirtti.
Bu da AKP Hükümeti ve sarayın dış politikadaki sıkışıklığını arttırdı.
Bunun yanında Irak ve Suriye’de sarayın ve AKP İktidarının uyguladığı maceracı ve yayılmacı politikalardan Türkiye Halkı zarar görmeye devam ediyor.
Hafta içinde Kuzey Irak’ta Türk Askerlerinin bulunduğu Başika’ya yönelik bir füze saldırısında bir Türk Askeri yaşamını yitirdi.
Suriye’de ise İdlib’te Türkiye’nin Suriye Yönetimi ve İran’la olan anlaşmazlıkları devam ediyor.
Rusya’nın önderliğiyle çatışmaların durduğu bu bölgede henüz kesin bir anlaşmaya varılabilmiş değildir. AKP Hükümeti ve saray, yayılmacı ve gerici politikaları için Suriye’de işgal altındaki bölgeleri kullanmaktan kaçınmamaktadırlar.
Bunun yanında ABD ve NATO ile ilişkileri düzeltmek için Ukrayna’yla siyasi alanda girilen dayanışma ve imzalanan ortak bildiri, Türkiye’nin turizm sektörünü bu yıl olumsuz yönde etkileyecek.
Zira Rusya Yönetimi pandemiyi gerekçe göstererek yaptığı açıklamalarla Nisan-Haziran Dönemi’nde Türkiye’ye Turist göndermeyeceğini söyledi.
Her ne kadar burada pandemi bir gerekçe olarak ileri sürülmüşse de bu kararın alınmasında AKP-saray Hükümeti’nin Ukrayna Politikalarının önemli bir yerinin olması muhtemeldir.
Üstelik bu gelişmeler ilerde Rusya’nın Türkiye’den yapılan ihraç ürünlerine de benzer kısıtlamalar getirmesine yola açabilecektir.
Bu da ekonomik sıkıntı ve sorunları daha fazla arttıracaktır.
*********
5- AKP Hükümeti ve sarayın covid-19 salgın hastalığıyla mücadele politikası tamamen çökmüş durumdadır.
Bir yandan salgınla mücadelede maske, sosyal mesafe ve temizlik, kalabalıktan uzak durma anlayışı sıkça dile getirilirken; diğer yandan da AKP İktidarının ve Cumhur İttifakının güçlü olduğu izlenimini uyandırmak için otobüslerle Türkiye’nin birçok bölgesinden onlarca partilinin getirilerek yapılan kalabalık kontroller, salgın yayılıp gelişmesinde önemli bir rol oynamaktadır.
Öte yandan AKP İktidarı ve saray, salgınla mücadeleyi daha çok bireysel alana indirgemiş olup, mücadelenin devleti ve kamuyu ilgilendiren yönlerinin üzerinde fazla durulmamaktadır.
Yeterli ve etkili önlemlerin alınmaması sonucu Türkiye, vaka sayılarında Avrupa’da birinci, dünyada ise dördüncü sıraya yerleşmiştir.
Bu olumsuz gelişmenin önüne geçmek için kamuda dönüşümlü mesai uygulamasına yeniden geçilirken, lokanta, kafe ve restoranların yanında spor salonları, kahvehane ve kıraathaneler de kapatılmıştır.
Hükümet, tam kapanmayı da düşünmekle birlikte tam kapanma yoluna gitmek istememektedir.
Ancak mecbur kalırsa tam kapanmayı da uygulamak zorunda kalacaktır.
Türkiye’de salgının kontrol altına alınıp vaka sayısının önemli oranda düşürülebilmesi için bir aylık bir tam kapanma sürecinin başlatılması, kapanma sürecinin her yerde titizlikle uygulanması gerekmektedir.
Oysa hükümet, elindeki parayı sarayın harcamaları ve dış politikada maceracı siyasetler, içerde ise kendi gücünü korumak için kullandığından tam kapanma halinde esnafın ve çalışanların gelirlerinin büyük bir bölümünü, en azından yarısını bile garanti edememektedir.
Bundan dolayı tam kapanmaya gitmek istememektedir.
Öte yandan geçen seneden bildiğimiz gibi tam kapanma halinde bile fabrikalar, inşaatlar ve atölyeler yeterince denetlenmemekte, buralarda covid-19’ a karşı gerekli önlemler fazla uygulanmamaktadır.
Hatta kimi işçilerin covid-19 hastası olduğu halde çalıştırılmalarına devam edilmektedir.
Bundan dolayı AKP Hükümeti’nin ve sarayın salgınla mücadele politikaları beklenen ve istenen sonucu çoğu zaman verememektedir.
TSİP PROGRAMINDAN:
KADINA ŞİDDET'E HAYIR
b) Dayak ve her türlü
yıldırma yöntemleri en ağır biçimde cezalandırılacak, insanlık
onurunu ayaklar altına alan, kadının kendi bedenini herhangi maddi
çıkar karşılığı satması kesin olarak önlenecek, fuhşun tuzağından
kurtulan kadınların onurlu bir yaşama kavuşması için iş sağlanacak,
fuhşun ve kadını aşağılayan diğer baskıların nesnel koşulları
ortadan kaldırılacaktır.
arkadaşa soru-görüş ve önerilerinizle ilgili mail gönderebilirsiniz
Turgut
KOÇAK:
VELİ
GÜRCAN
Veli
Gürcan yoldaşımız Isparta Lisesi’nde
öğrenciyken komünist olduğu gerekçesiyle
disiplin kuruluna verilmiş daha sonra da
okuldan uzaklaştırılmıştır. Lise son
sınıfı bu yüzden Afyon’da okumak zorunda
kalmış, liseyi bitirdikten sonra ise
İstanbul Üniversitesi Felsefe bölümüne
girmiştir. Burada TİP üyesi olan Gürcan
daha sonra kurulan TİP’in gençlik örgütü
Sosyalist Gençlik Örgütü’ün (SGÖ)
yöneticisi olmuştur.
12 Mart faşizmi ile birlikte kapatılan
TİP’ten sonra ise daha sonra TSİP’i
kuracak olan bir grup arkadaşla birlikte
olmuştur.
İyi bir sokak tiyatrocusu olan Gürcan
Kavel direnişine de katılarak
direnişçiler için moral kaynağı
olmuştur. 12 Mart faşizminin yüzünden
son sınıfta öğrenimini bırakmak zorunda
kalan Gürcan, parti çalışmaları yüzünden
okula devam edip okulunu bitirememiştir.
12 Eylül sonrasında da çalışmaların
içinde yer alan arkadaşımız Filistin’de
de bulunmuş daha sonra Avrupa’ya gitmiş
ve kendi isteği ile yeniden Türkiye’ye
dönmüştür. Parti çalışmaları yüzünden
1985 Temmuzunda tutuklanmış ve bir süre
içerde kaldıktan sonra serbest
bırakılmıştır. Parti içinde başlayan
tartışmalarda yer almış ve görüşlerini
dile getirmiştir.
Son toplantıdan birlikte ayrılırken diğer
arkadaşlara ben; “bu parti kendi adıyla
yeniden kurulacak, ilke, kitle, Gerçek,
Sosyalist ve Gerçek yeniden çıkarılacak”
dedim. Gürcan’la sözleştik ve ölünceye
kadar kendisiyle sözleşmemizi bozmadık.
Bugüne kadar ne onun ne de bizim
birbirimizle ilgili sarfettiğimiz tek
kötü söze kimse tanık olmuş değildir.
Kendisi partimizin yeniden açılış genel
kurulunda delegemizdi ve genel
kurulumuzda kendisine yakışır bir
konuşma yaparak bize güç ve destek
verdi. Onu, insan olan Veli Gürcan’ı
unutmayacağız.
Değerli yoldaşlarım insan kimileri ile
öylesine güzel şeyler paylaşır ki,
bunlar ölünceye kadar unutulamaz. Benim
gerçekte Veli Gürcan’la paylaştıklarım
da böylesine unutulmayacak güzelliklerdi
ve bunları, bu güzellikleri korumayı
vefa borcunun çok ötesinde şeyler olarak
algılıyor ve sahip çıkıyorum.
Kendisini en son görüşüm Senirkent’te
yaşadığı bağ evinde oldu. Yaşadığı
sıkıntıyı oradan hemen uzaklaştırılması
gerektiğini biliyorduk. Çıkıp iki
partili bayan arkadaşla birlikte yanına
gittik. İki gün orada kaldıktan sora
üçüncü gün aramızda sözleşerek ayrıldık.
Biz oradayken Afer Kara ve çocukları da
geldiler. Onlarda Veli arkadaşı çok
severlerdi, şimdi düşünüyorum da keşke
onlar gelmemiş olsalardı diyorum. Çünkü
kendisiyle sözleşmiş işlerini düzene
koyar koymaz partiyi tüm Türkiye’de
örgütlemek üzere sözleşmiştik. Onlar
Veli Gürcan’ı ikna edip tatile
götürdüler. Oysa biz kısa bir süre sonra
bir araya gelecek ve birlikte parti
tarihini yazacaktık. Oysa Veli oradan
İzmir’e geçmiş bizden bir süre daha
zaman istemişti. Ne yazık ki zamanı uzun
sürdü ve bir daha geri dönemedi. Veli
Gürcan hastalanmıştı.
Oysa kendisiyle sözleştiğimiz üzere
Ankara’da ev bile hazırlamaya
başlamıştık. Çünkü kendisi artık
kimsenin evinde kalamayacağını
söylemişti bize. O görüşmeden bende
kalan unutamadığım şey abisinin eşinin
bize söylediğidir. Abisinin eşi bize ne
edin edin Veli ağabeyimi buradan götürün
demişti. Çünkü; Veli ağabeyim bağ evinde
yalnız diye düşündüğüm için bir kadına
düğürlük ettim o kadın da, “o aklını
yemiş adama mı kaldım’ diye beni geri
çevirdi demişti…
Kendisiyle son görüşmemse bir telefon
konuşmamız oldu. Cezamızın kesinleştiği
için aranır durumdaydık. O ise İzmir
Göğüs Hastanesi’nde neredeyse son
günlerini yaşıyordu. Bana kendi durumunu
önemsemeden “Yahu ağam nedir bu devletin
senden istediği” demişti. Sonra öldü
cenazesine bile gidemedim. Birkaç gün
sonrada Ankara’da düzenlenen bir
operasyonla tutuklandım.
O öldükten sonra kendisine TSİP’li ya da
değil pek çok çevre sahip çıktı. Ve
hatta mezarını bile yaptırdılar.
Gerçekte bu insanoğlunu anlamak çok zor.
O sağken kimsenin içtenlikle sahip
çıkmadığı Veli Gürcan her nedense birden
sahiplenilencek insan olarak görüldü ve
herkes orada görünmek için yarıştı.
Şimdi kızı Aslı’nın mezarı başında
söylediği “Babamın ne çok dostları
varmış” sözü nasıl da hüzünlendirici
değil mi?
Ve zaten bu işte her zaman için bir
gariplik olmuş, benim de aklıma hep
takılmıştır nedense. Tanıdığım bir çok
komünist kimseyi sağken her nedense
arayan soran olmamıştır ama öldükten
sonra kimi zaman salonlarda, kimi zaman
mezarı başında birileri anar olmuştur.
Burada kel ölür sırma saçlı olur, kör
ölür badem gözlü olur betimlemesi biraz
yerine oturan bir benzetme değil ama her
nedense bütün anmalar bu alışkanlıklar
içinde yapılıyor. Beni de asıl kızdıran
şey budur. Ama biz TSİP’liler olarak söz
veriyoruz Veli Gürcan yoldaşımızı kendi
emekleri ile anacak ve kendisin asla
unutturmayacağız.
Parti olarak Veli Gürcan’ın adını yaşatmak
için onun adına sayısız çalışmalar
yapacak olan eylemlilikler yürüteceğiz.
Bu konuda ilk işimiz Veli Gürcan’ın
adını verdiğimiz PARTİ OKULU olacaktır.
Onun adına bilimsel araştırmalar
düzenleyecek yazın alanında etkinlikler
düzenleyeceğiz.
Bu partide Veli Gürcan’ı herkesten çok
daha iyi tanıyan biri olarak onu gerçek
insanlığı ile döne döne anarak hakkında
düşündüklerimi bitirmek isterim.
Kimi insanlar vardır ki, devrimcidir. Ama
sadece devrimcidir. Onların
devrimcilikleri de soğuk demir gibidir
insanı asla ısıtmaz. İnsanı asla ta can
evinden sarıp sarmalamaz. Onlara bir
türlü ısınamazsınız, söyleyeceklerinizi
bile söylemekten çekinir ve hatta başka
dünyaların insanları olduğunuzu bile
düşünürsünüz. Bu gibiler çoğu zaman bu
durumlarına sayısız neden ileri
sürebilirler. Çoğu zaman da bu
davranışlarını disiplin adı altında
sürdürürler. Oysa gerçeklerin öyle
olmadığını küçücük bir sınama denemede
bile yakalar ve hayal kırıklığına
uğrarsınız.
Şimdi gelelim Veli Gürcan’a; bu
arkadaşımız ne adına olursa olsun o
sıcak, o kucaklayan insan yanını bir kez
bile olsun es geçmiş biri değildir.
Kendisine en ağır sözler söyleyen
kimseleri bile hoş görmekle kalmamış
onları Veli Gürcan sıcaklığı ile sarıp
sarmalamıştır. Veli Gürcan sıcaklığı
dedimse kimse bu da nasıl bir şeydir
deyip geçmemelidir. Gerçekten de onu
tanıyanlar benim bu tanımlamama hak
vereceklerdir. Bu nedenle bizim
partimizde yoldaşlar arasında sıcaklığın
adı da Veli Gürcan sıcaklığıdır. Bu
sıcaklığı ve insan davranışını her
yoldaşımıza karşı sonuna kadar korumak
Veli Gürcan arkadaşımıza bizim
borcumuzdur diye düşünüyor, attığımız
her adımı buna göre atıyoruz.
Şimdi o yok. Ama onunla birlikte
biriktirdiğimiz bütün değerler bizim
için yeri doldurulamaz önemde birer
hazinedir.
Gürcan’ın babasını da iyi tanıyan biri
olarak Veli Gürcan’daki güzelliklerin
kaynağını çok iyi biliyorum.
Her ikisini de bu nedenle bir kez daha
yürekten anmayı bir görev sayıyorum.
Behice Boran:
'Sosyalist Doğulmaz, Yaşanır'
İstanbul Sıkıyönetim
Komutanlığı’ndaki duruşmada hakim
karşısına çıkarıldı.
DİNLENE
DİNLENE...
Hakim sordu: Çıktınız mı?
-Çıktık.
-Ne yapacaktınız?
-Taksim’e doğru yürüyecektik.
-Peki neden çıktığınız?
-1 Mayıs emeğin bayramı, mücadele günüdür.
Biz de o sınıfın partisiyiz, çıktık.
-Nereden çıktınız?
-Merter’den çıktık.
-Nereye gidecektiniz?
-Taksim’e.
-Merter neresi Taksim neresi, uzun yol;
siz yaşlısınız nasıl gideceksiniz?